"Enter"a basıp içeriğe geçin

Tablo – Yeniden Yazmak ve Yarışmak

Notos Dergi 2018’in beşinci sayısında -her sayıda olduğu gibi- bir fotoğraf yayınladı ve bunun hakkında okurlarından bir öykü yazmalarını istedi. Uzun zaman sonra yeniden bunun için cesaret buldum. Daha önce Kurgan Edebiyat‘ta, Sazın ve Sözün Sultanları derleme kitabında ve okul dergilerinde yazılarım yayınlanmıştı. Bir müddet sonra değişen benliğim ve tarzım yazıdan uzak kıldı beni.

Fotoğraf buydu. Öykümü yazdım ve yolladım. Kazanan değildim. Hatta sonraki sayıda ‘Atölye’ kısmında eleştiri almıştım, olumsuz. Dili ve konuyu budaklandırmamı uygun bulmamışlardı. Hevesim kırıldı mı? Hayır. Notos‘tan eleştiri aldım, deyip gizli gizli gülüyordum. Yazmak kırılacak bir şey değil, bir tür tutkal. Japon türünden, kalıyor öylece. Sözü uzattım. Ben öykümün odak noktasını duvarda fotoğrafı asılı olan -belli ki dergiden koparılmış sayfa- Nicolas de Staël olarak belirledim. Enis Batur, Yeryüzü Cehennem adlı eserinden ondan şöyle bahseder:

“Akdeniz’in son büyük ressamı: Nicolas de Staël. Onunla birlikte,Camus’nün çizdiği yolda, güneş mührünü vurur. Trajik devreye girmiştir. Mitoloji çağının içağrısı yeniden çalışmaya başlar: Renk söyleyeceğini söyler ve herşeyi içer, içerir.Staël, sesi işitmiş olsa gerektir: Çeker gider.Deniz son kurbanını almıştır.Ölüm dalgaların arasından balkır.”

Çoğunlukla soyuta yönelen ressam son dönem eserlerinde obje de kullanınca “Sonunda dünyevî objelere dönüş mü yaptınız?” sorusuyla karşılaşır. Verdiği cevap kendi ve ölümü kadar ahestedir: “Abartmayalım. Benzerlik… Benzerlik… Benzerlik.” Öyküyü yazarken yalnızca bu cevap benim için yeterli oldu onu merkez yapmaya ya da yapmaya çalışmama. Eğer siz de yazı yazma konusunda hevesliyseniz araştırmadan uzak durmayın, bambaşka kapılar açılıyor. Bakalım bu öykümde size hangi kapılar açılacak? Sevgiler, kafamdafiller.

TABLO

Trenden indim. Yeni yapılan gardayım. Eskisine ne oldu? Duruyor. Yürüyorum sırt çantamla. Belki yürüyen bir sırt çantasıydı. Ayırt etmek güç. Yeni gar ruhsuz; parlak zeminlerde solgun gölgeler. Henüz yerleşilmiş bir ev gibi boşluklar; emanet, kimliksiz bir duruş. Ankara insanı, kumandaya uzanmaya üşenip istemedikleri bir kanalı seyreden yorgun, uykulu babalar gibi. Sanki şehir herkesin kumandasını ele geçirmiş. Güneş, tavana kadar uzanan camlardan yuvarlak bakışla geçiyor. 

Zorlu ve zorunlu yollardan geçerek eve gidiyorum. Her şehre giderim, ruhum kendini affetmedi ve sürgünlüğün seyyahlık kadar özgürlük vereceğini düşündü. Yolun sonu Başkent’e varmazsa külüme rüzgâr bulaşır, dedi. Böylece her zaman Ankara’ya döner oldum. Evimi burada kurdum. Nüfus Müdürlüğünde ikametgâhımda yazan cümle: ‘Devlet pembesinin gri memuru olan takım elbiseli çığırtkan.’ Sordum, soruşturdum beni bağlayanı. Kitap şöyle diyordu, “Bu şehirde bulduğum ve yine bu şehirde bıraktığım masumiyetim şimdi nerede gömülü?”[1] Benimki muhtemelen Kızılay’da. Arada gelip tehdit edip gidiyor. 

Yerini asla hatırlamadığım anahtarlarımı bulmanın bıkkın nefesiyle açıyorum kapıyı. Her evin bir kokusu var. Annemle gittiğimiz ‘gün’lerde fark ettim. Neye göre belirleniyor bu? Pişen yemeklere, yaşanan şeylere ya da çalan şarkılara göre mi? Bu evin kokusunda ‘düzen’ var. Oysa zihnim böyle değil.

“Ne zaman düşüncelerini bir koltuğa oturtmayı düşünüyorsun?” dedi doktor; “Bu kendinle dalga geçmenin bir yolu, değil mi?”

Yakalanmıştım. Ensemden asıldığım çividen düşmek için üç gün uğraşmıştım.

Plaklarımı karıştırıyorum. İşte burada. Deep Purple ve Türkçeye çevirdiğimde hep eksik kalan ‘Soldier Of Fortune’.[2] Valery bana hak verecektir; şiir, çevirince kayboluyor. 

Atıştırmak için mutfakta dolandım, bir şeyler hazırladım, masama koyuyorum. Kahvemi yudumlayacakken sokaktan Arap Şükrü çalan bir motosikletli kurye geçiyor. Aklıma eskiler geliyor, eski ben’ler. Mahallenin helak olmuş tek kişilik kavmi. Tekten emin değilim, insan matruşka gibi. Çoğaldığı yerden azalıyor. Kahvemi bırakıyorum.

Öğrencilerin yazılı sorularını hazırlayacaktım. Son dakikaların ‘Fortuna’sı ne soracaktı? Her yer örümcek ağı. Sıkıntıyla ve yol yorgunluğuyla düşünüp duruyorum koltukta. Sistemde sorun var. Şunlar eksik, bunlar fazla. Başım ellerim arasındayken gülüyorum. Tıpkı bir adamın asker olamayınca muhbir olması gibi bir insan sanatçı olamazsa eleştirmen olur, değil mi?[3] Ne zaman işini sanata çevireceksin?  

“Düşüncelerin okuduğun kitaplar gibi kategorisiz, yarım yamalak, savruk. Farkında değil misin?”

“Onları kontrol etmek istemiyorum ki. Kitaplar da rafta öyle: sırasız, alakasız, başına buyruk. Oradan oraya savrulan yalnız polenler mi olmalı? Beynim sık sık hapşırıyor sadece. Hem Necatigil, ‘bu berbat düşünceler saatinde/ Tanrım başıboş bırakma beni.’ dememiş mi? Onu neden kimse tedavi etmedi de yalnızca okudu? Parası yok diye, halinden memnun diye, iyi yazıyor diye. İyi yazmıyor olabilirim, param var sayılır ama ben de halimden memnunum. Zorla gelmiyorum, zorla tutuyorsunuz. Keşke ben de Tanrıyla bedava halledebilseydim bu işi. Galiba randevu defteri dolu, bedava olunca. Kaç kere bedava dedim?”

Şarkı bitti. İğneyi yeniden plağın kenarına getiriyorum. Bitmek bilmesin istiyorum. İğne yorgun, bedenimde izleri. 

Kapı çaldı. Kısa bir çalıştı bu. Kahveme özür dolu bir bakış atıp koridora yöneliyorum.

“Nerede kaldın? Özledim de… Ne yapacağız?”

Sorularıma cevap vermek yerine tufan sonrası serinlikte olan gözlerini yüzümde gezdiriyor. Yanağıma kaçmış bir tutam saçı kulağımın arkasına yavaşça iliştiriyor. Bir eli cebinde durup bir eli dudaklarımın kıvrımlarında gezerken kendimi Davut heykelinin karşısında buluyorum; kadınsı bir güzelliğin erkeksi bakışlardan paylanıp parmak uçlarıyla bana akışı. Gözlerimin kuytusuna rastlamış olacak ki beni bırakıp çalışma odasına doğru yöneliyor. Odaya geçince dergiden koparıp duvara astığım fotoğrafına baktığını görüyorum.

“Güzel çıkmışım değil mi?” 

“Evet, baban gibi değil ama güzel.”

“Nedir senin bu disiplin takıntın? Alman da değilsin ki!” deyip gülüyor. Gülünce burnu sivriliyor, öne doğru çıkıyor iyice. Bu detayları neden görmezden gelemiyorum, bilmiyorum. 

“Gauget değil burası ama rahat ol. Şimdi hoş geldin diyebilirim. Tual getirmemişsin. Ne yapacağız öyleyse?”

Gözlerinde hüzün bulutları değil, içinde ne olduğu bilinmeyen pandora kutuları beliriyor. Dudağının üçgeni hafifçe titrerken üst dişlerini alt dudağına bastırdığını fark ediyorum. Her şeyi gördüğü için hiçbir şeye şaşırmayan o dingin ve beklentisiz duruşuna alışığım ama bu ifadeyi ilk kez görüyorum. Biraz daha yaklaşıyorum yüzüne. Bir bebeğin ilk defa gördüğü gök gibi, orman gibi bakıyorum ona; şaşkın, büyülenmiş ve tecrübesiz. ‘Nedir sendeki yorgun telaş?’ dercesine elini tutuyorum, telaş mahşere dönüyor, bir şeyler oluyor, biliyorum.

“Bugün en silik portremi göstereceğim sana. Bana anlam bulamadılar; sana bulsunlar istemiyorum. Anlamsız kalalım, anlam veremesinler. Onlar anladıkça biz yok oluyoruz. Kırmızı koltuğun, balığın, notların, doktorun… Hepsi üzerimize geliyor. Gerçekler… Hayır, ne tablolarımın ne de hayatımın gerçeklikle ilgisi yok. Sadece ‘benzerlik benzerlik benzerlik…’ Sen benzeme dahi. İyileştirmenin adı bu mu? Yok oluş. Hayır. Herkes, herkese benzeyenleri yüceltirken farklıları taşlıyor. Alkışlayan ellerle, belanı bulman için dua eden eller aynı.” 

Gözlerim dolu. Dışarıda dolu. Her yer dolu. Duvardan çıkan ağaç dalı daha hızlı büyüyor. Ucunun sırtıma dayandığını hissediyorum.

“Keşke Fransızca bilseydin de bana bir şarkı söyleseydin.”

“Sen bilmemi istemedin.”

                  İşte, her zaman olduğu gibi yine yapıyorum. Canım yandığında başka konudayım. Ne ilgisi var şimdi Fransızcanın? Kendimle yüzleşmenin arasına girecek olan arabesk bir şarkı bile olsa kabul ediyorum, kurye geçse iyi olur. Hem sevmiyorum işte, yarattığımın bana sitem etmesi rahatsız edici. Tanrı ne yapıyor peki? Tanrı şu sıra bana sitem ediyor.

Susuyoruz. Dalın ucu gitgide zorluyor derimi. O, farkına varıyor. Kendine doğru çekiyor beni. Kalbinin hizasına gelen başımı elleriyle sarıyor. Yüzünü saçlarıma yaslıyor. Kokumu içine çektiğini biliyorum.

“Artık.” diyor.

Açtığı camın pervazına ayağımı koyuyorum. Saçları rüzgarla hareketleniyor. 

“Bu takıldığım son ayrıntı mı?” diye soruyorum bakışlarımla saçlarını gösterirken. 

“Hepsi bitecek, söz. İkimiz birlikte aşağıda, yerde bizi bekleyen tablonun içine düşeceğiz. Görenler ‘öldüler’ değil, ‘resmedildiler’ diyecek.”

 O sırada Deep Purple söylüyor:

“I gues I will always be soldier of fortune.”[4]


[1] Şükran Yiğit, ‘Ankara, Mon Amour!’, İletişim Yayıncılık, 2003

[2] Ganimet Avcısı /Talihin -Fortuna’nın- Askeri

[3] Gustave Flaubert

[4] Sanırım ben hep bir ganimet avcısı/ talihin askeri olarak kalacağım.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir